Günlerimizi saatlere ayarlıyoruz. Ders programlarımız, arkadaş toplantılarımız, yemek vakitlerimiz, uyuma – uyanma saatlerimiz, her günümüzün sınırları içindeki tüm davranışlarımız saatlere endekslenmiş durumda.
Şehir yaşamıdır bunca saatlere ayarlı bir hayatın nedeni.
Nitekim Turgut Uyar, Geyikli Gece’nin
“Güneşin asfalt sonlarında batması ile ağırdan /
Hepimizi vakitten kurtaracak” oluşunu müjdelerken de asfalt sonu ile şehrin bitimini ifade etmektedir. Şehir ile saat arasında geçmişe dayanan güçlü bir bağ vardır. İlk kez modern şehirlerin meydanlarında karşılaştığımız saat kuleleri, sanayi toplumunda bir verimlilik abidesiydi. Betimsel ideolojinin mimari yansımalarından biri olan bu saat kuleleri işçilerin fabrikalara zamanında gitmesini, vardiya saatlerinde aksaklıklar bulunmamasını sağlıyordu.
Değişen toplum, değişen iktisadi yapı, saati de değiştirdi. Artık saatler kollarımızda durmak vesilesiyle toplumsaldan bireysele inmiş durumda. İşçi sınıfına zamanı hatırlatarak bir nevi medya görevi gören saatler, artık bireysel düzlemde bir alet işlevi görmekte ve birey, saatini kullanarak eylemlerini zamanında yerine getirip gündelik yaşantısını düzenlemektedir. Saat ile uyanır, saat ile işe gider, saat ile ara verir ve saat ile uyur. Gün, bir saat gibi ayarlıdır. Diş fırçalamadan atılan adım sayısına kadar her bir eylem düzenli, belirlenmiş ve rutindir. Harold Crick tam da böyle bir yaşantıya sahip. Böylesi bir yaşam içinde, böylesi düzenli, belirlenmiş, rutin bir yaşam içinde Harold Crick arzuladığı birçok sıradışı etkinliği yalnızca hayal etmekle yetiniyor. Saat benzeri, saate ayarlı bir hayat yaşamak, sınırları olan, gereklilikleri içinde boğan bir hayattır. Burada tatil planının yerini rutin işler, arzuların yerini verimlilik almıştır. Öyle ki İsmet Özel’in “geceyi saatlerine bakarak anlıyorlar” mısrası saate endeksli yaşamın ne boyutlara vardığının veciz bir ifadesidir.
Harold Crick rutin hayatının sabahlarından birinde, bir dış sesin onun hareketlerini anlattığını duyar. Dişlerini fırçalarken, adımlarını atarken, işyerinde dosyaları karıştırırken, yemek yerken yani rutin olan her bir işi yaparken onu hikâye gibi anlatan bir ses. Bu ses bir trajedi yazarının, Harold’ın trajik öyküsünün yazarının sesi. Harold’ın bu sesi nasıl duyduğu bilinmese de “kaderin bir cilvesi” olabileceği, tesadüf olduğu, belirlenmiş bir nedene bağlı olmadığı, film boyunca anlatılmaya çalışılan ana düşünceden hareketle çıkarsanabilir.
Harold’ın anlatıcıyı duymasına aldırmadan devam ediyor hikâye. Harold günlük rutinlerini yerine getirirken, icra memurluğunu yaparken, icraya gittiği bir pastanenin sahibine âşık oluyor. Tragedya türünde “baht dönüşü” olarak tanımlanan, olayların gidişatının değişmesine sağlayan “düğüm” noktası, “çatal” işte bu an oluyor. Aşk, rutin olan her şeyin üstüne çıkıyor. İşlerini düşünemez, sorumluluklarını yerine getiremez oluyor, sürekli Pascal’ı düşünen Harold. Oruç Aruoba’nın deyimiyle “Sevgi, tüm uğraşları tek bir noktaya toplayan, çeldirici bir durum yaratır.” Aşk, her durumuyla bir ilgilenmedir, öncelik vermedir, ihtimam göstermedir. Bu anlamıyla âşık maşuku önceler; uğraşları arasında maşuk en evla olanıdır, maşukla ilgilenir; onun kim olduğu, ne yaptığı, ne konuştuğu, nelerden hoşlandığı – ona dair herhangi bir şey – âşığın ilgi çemberine girmektedir, maşuğa ihtimam gösterir; maşuk bazen bakmaya bile kıyılamayacak bir kıymettedir. Bu nedenlerledir ki Harold’ın saati yani tüm sıkıcılığıyla, tüm tekdüzeliği ve tüm bıktırıcılığıyla Harold’ın rutini, Pascal’ı gördüğü ikinci seferde bozulur. Saat bozulur, rutin bozulur. Bozulan rutin, artık onu adım adım bu sistemden dışarı sürükleyecektir, ölüme götürecektir. Harold saatini yeniden ayarladığında anlatıcı, bu acı gerçeği onunla paylaşır.
Ölüm korkusu insan faaliyetini temel biçimde etkileyen, insanın özne olarak varlığını tarih boyunca yönlendirmiş bir motiftir. Basit anlamıyla simyadan tutun, gelişmiş tıp teknolojilerinde amaç hep yaşamı, yaşam süresini arttırmaktır. Heidegger’e göre de “dünyaya fırlatılmış” ve “ölüme doğru” varlıktır insan ve ölümün bilincinin yarattığı kaygı (Sorge) insanı bir şey yapmaya iter. Kaçar, savaşır, saklanır, barınır, yiyecek bulur, su taşır, alet yapar, belki uzun bir zaman sonra hayvanları ehlileştirmeye başlar, tarım yapar, tıbbı üretir, sanayiyi doğurur yani dünya üzerindeki tüm yaşantısını hep – ama sadece değil – bu açıdan şekillendirir. Ama belki de en çok bir anlam arar ölüme. Ölüm için bir söz arar, “ölüm için yüreğime sürdüğüm ecza”. Yine Heideggerci düşünceyi ele alırsak ölüm benim “oluş”umdur. Benim bir ben olarak zamansallıktan ve dünyasallıktan kurtularak “ben” olmuş olmamı sağlayacak sonu sağlar ölüm. Ancak ölünce bir yer ediniriz, yurt ediniriz kendimize. “Yerimi yadırgadım/ yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka”. Ölmedikçe hayat hep “ben” olmak ile olmamak arasında deveran etmektedir. Hep kendi üzerime düşer, kendimi izler, kendimle konuşur ama hiçbir zaman kendim olamam, ölene dek. Ne var ki, malumdur, ölünceyse bir “ben” kalmayacaktır. Harold ölüm fikri ile ne yapacağını bilemez bir şekilde gider bir edebiyat profesörüne anlatır durumunu. Profesörün tavsiyesiyle evine kapansa da bir şekilde “oyuna dahil olmaya” zorlanınca artık hikâyeyi durdurmanın bir yolu olmadığını anlar ve “hayatını yaşar”. Aşkını yaşar, gitar çalmayı öğrenir, dişlerini saymadan fırçalar, işe gitmez ve bir nevi tatil yapar. Özellikle maşuku ile ilişkisi onu bunca dirilmiştir. Onunla olmak “hayat” veriyordur Harold’a.
Profesörün yanındayken kazara keşfettiği yazarıyla yüzleştikten sonra yazarı Karen, Harold’a kitabının bitirilmemiş taslağını verir. Buradan sonra kurmaca ve gerçek arasında bir mukayese başlar, Harold yazılacak olan ölümünü kabullenir çünkü öncesinde düşünüp kabullenmişti zaten. Üstelik bu defa profesör; kurgu bakımından, Karen’ın yazarlık kariyeri açısından, kurmacanın doğası bakımından mükemmel olması için kitabın – ve Harold’ın hayatının – bu şekilde bitmesi gerektiğini söyler.
Harold adım adım sona yaklaşırken Karen bir insanı, gerçekte de öldürecek olmanın düşüncesiyle meşguldür. Yanlış ayarlanmış bir saat, durağa vakitsiz gitmeye; bir çocuğun canını kurtarmak, kendi canından olmaya sebep olur ve Harold ölümcül bir kazaya kurban gider. Fakat Karen hikâyeyi değiştirmiştir ve Harold hayatındaki tüm nimetlerin farkına varmış bir biçimde yaşamaya devam eder.
Hayat, ölüme doğru yaşanır. Ve ancak ölümünü bilenler hayatını yaşamış sayılırlar. Ancak ölüm gerçeğiyle yüzleşenler kurgusuz bir hayat yaşayabilirler, hiçbir ayarlamaya gerek duymadan. Kurmaca her eser içinde hayattan bir parça barındırır ve hep onun garip yüzlerini, ilginç yönlerini, etkileyici veçhelerini gösterir bizlere. Her kurmaca bir yanıyla bize hayatı aynalamaktadır. Ayırdını ancak gerçek bir yazarın yapabileceği, kurmaca ile gerçek hayat arasındaki çizgide hayatını yaşamayı ölümünü bilerek öğrenen, saatlerin tahakkümünden – ya da kendi kendine tahakkümden – sıyrılabilmiş bir insanın hayatı ise kurmacadan daha etkileyici, daha ilginç ve daha gariptir.
Muhammed Gazali Kılınç
Comentarios